Anasayfa | Işımalar | Osman Ziya | İfade -i Meram | Yöntem Bilim | İnsan Bilim | Din-Fen | BTÖ | Yazılar | E-Posta |

  Aktif KullanıcılarAktif Kullanıcılar  Aktif KonularAktif Konular  Forum Üyelerini GösterÜye Listesi  TakvimTakvim  Forumu AraArama  YardımYardım  SkinsSkins
  Kayıt OlKayıt Ol  GirişGiriş
İnsan Bilim
 YöntemBilim Forumu | İnsan Bilim | İnsan Bilim
Mesaj icon Konu: zamanin hikayesi Yanıt Yaz Yeni Konu Gönder
Yazar Mesaj
osmanziya
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye


Kayıt Tarihi: 12-Temmuz-2010
Gönderilenler: 2716

Hak Puan : 5
Kidem : 6
OrtalamaHak : % 50
Irtibar :2

Alıntı osmanziya Cevaplabullet Konu: zamanin hikayesi
    Gönderim Zamanı: 13-Haziran-2023 Saat 16:53
Bundan 22 sene önce webimde ÖĞRENME ÜZERİNE başlıklı bölümde ZAMANIN HİKAYESİ adlı bir ÖYKÜ yazmıştım.. bu akşam seyrettiğim BÜYÜLÜ DAĞ 2 filminde dile getirildiğini görünce oldukça şaşırdım.. elbette benden araklamışlar demiyorum.. ancak öykü o kadar birbirine benziyor ki.. https://www.yontembilim.com/ogrenme.asp sonuçta SİNEME SANAYİSİNİN böyle güzel filimler çevrildiğini görmek.. aslında filim aynı zaman fiziğin çağdaş ve ünlü SİCİM KURAMINA işaret ediyor. umarım bu vesile ile ÖĞRENME ÜZERİNE başlıklı yazımım inceleme fırsatınız olur.


Bu filmi seyrederken aşağıda tablosu verin 16 tabloda SONsuz kavramını inceledim...

İŞTE TABLOLAR:
20230613_165120_SONSUZ.rar





bu da Zamanın hikayesi:

ZAMANIN HİKAYESİ


Rengarenk gayr ülkesinde yalnızlık kabilesinden ışık hızıyla hareket eden “KI” isimli bir kız bulunuyormuş. Ülkenin bir tarafı sürekli yaz mekanı bir tarafı sürekli kış zamanıymış. Ülkenin yaz bölgesinde ılıman ilinde yaşayan bu kızcağız kırmızılı giysileriyle “yaz mekanını” egemenliği altına alıyor kış zamanına hiç geçit vermiyormuş. Ülkenin kış bölgesinde donmuş bölümünde yaşan “YAM” adlı bir oğlan yaşarmış. Atomik hacimde yerleşin bu gençte, kız gibi tek başına yaşıyormuş. Bu civan da büyülü yeşil giysileriyle kış zamanı egemenliği altına alıyor yaz mekanına hiç geçit vermiyor.

Ülkenin yurt-taş-ları olan “in-ek-ler” ışık hızında devinen ve atomik hacimde yerleşen bu kız ve oğlanı hiç bilmezler ve görmezlermiş. Ama yaz olunca her yere mekanın yayıldığını ve dur durak bilmeyen bir “fırtınanın” estiğini hissederler, kış olunca her yerin zamanı kuşattığını ve ülkenin bir kış tablosu gibi “donuk” vaziyette kalakaldığını gözlerlermiş. Kız Kı yukarıda anlatılan özelliklerine ilaveten öylesine alımlı ve çekici iki fazı yaşarmış ki bir fazında cansız olup estetiğin en ince çizgilerini bir harika bir heykel gibi yapılandırır ve gönülleri kendinden geçirir, bir fazında da canlı olup erotiğin en kıvrak renklerini toplar şahane bir cilveleriyle gözleri baygın hale getirirmiş. Bunu sadece atomik hacimde donup kalarak yaşayan oğlan Yam görürmüş. Fakat yaz ülkesine “zaman” sokulmadığından bu güzele erişemez ve konuşamazmış. Buna karşılık Oğlan YAM da kız KI’yı görür, ona ulaşmak ister fakat onun ülkesine de “mekan” erişemediğinden o da ona ulaşamazmış. Bu oğlan yukarıda anlatılan özelliklerinde bilinç ve istenç denilen öyle renk ve kokular taşırmış ki gören ve koklayanları kendinden geçirirmiş. Hasılı oğlan ve kızın birbiriyle paylaşacakları, göz ve gönlün alıp verecekleri öyle şeyler varmış ki aralarına konulan “mekan ve zaman” tamponu iki sevgiliyi yekdiğerine ulaştırmazmış.

Ancak otların bol bol yetiştiği yaz bölgesinde yem yeşil otlardan başka bir şey görmeyen inekler ve bütün kış boyunca da donmuş ahırda geviş getirmekten başka zaman bulamayan ök-üz-ler, bu iki sevgiliyi kavuşturmak şöyle dursun, dedik ya, varlıklarından bile haberdar değillermiş.

Derken günlerden bir gün, yazdan kışa geçerken ineğinden ayrılan koca bir öküzde bir “değişim” başlamış. İki boynuzu iki anot ve katot uç olmuş ve kutuplar birbirine çarpmasından oluşan ışınlardan ineğin beyninde düşünme doğurmuş, duyarlığı incelmiş, Bu yaşlı öküz oğlan Yam ve kız Kı nın yürek parçalayan ayrılığını fark etmiş. Öylesine acımış ve üzülmüş ki kendi ayrılığının ateşini duymaz olmuş. Renkli gayr ülkesinin gaybda gizli sultanına yalvarmış ve yakarmış.. bunların üzerinde yeşil ve kırmızı giysiler durdukça, kız ve oğlan bir araya gelemeyecek, yaz ve kış birbirine giremeyecekmiş. Gayr ülkesinin gayb sultanı bu giysilerin büyüsünü kaldırarak, birbirinde ayrı olan oğlan yam‘a “KU” ve kıza kı’ya “RU” adını vererek onları kavuşturmuş, karı ve koca yapmış. Kadın Ru, ışık hızının mekanı küçülerek bir karta hapis olmuş ve kart bir aynı gibi parlamaya başlamış. Atomik mekan büyüyerek bir sahife haline gelmiş bilinç ve isten ritimlerin en güzel keraografilerini çizmiş. Koca KU’nun   desen ve dokuların ahenkli salınımından, renk ve ışıkların uyumlu titreşiminden öyle güzel tablolar ortaya çıkıyormuş ki bu resimler, karı RU’da yansıdığında onun bin bir kopyası çoğaltılıyor ve evrenin her yanına yayınıyormuş. Fakat bu iki büklüm olmuş enlem ve boylam fazlarının çizgi ve desenlerinden ne karının ne kocanın haberi yokmuş. Onlar sadece dişil güç ile eril gücün birleşiminden hasıl olan karanlık mavi bir bulutla örtülü gök yüzü görüyorlarmış.

Mavi ülkenin tamamen masmavi katmanlarında her şey fani , her yer mavi imiş. Yer mavi gök mavi imiş. Kırmızı, yeşil, sarı, turuncu bütün renk ve çeşitlilik kalkmış. Sadece aynalar ve aynalardaki akisler varmış. Zaten kız bir AYNAYA yani parlak levhaya,   oğlan da bir SAYFAYA   yani yazılı sayfaya; uç ve noktaya, kağıt ve kaleme;   değişerek ve birleşerek karı koca olmuşlardı. Elbette aynadaki ışıkta mavi ve sayfadaki yazı da mavi idi..

Bu mavinin değişim öncesinde kırmızıdan yeşile renkli bir gayr ülkesi vardı biliyorsunuz. Sonrasında ise renksiz siyah ve beyaz bir gayb ülkesine dönüşecek.

Mavi ülkede ise aynalarda değişerek akislere dönüşen, başlama ve bitme eksenleri, doğum ve ölüm çizgileri, olum ve ölüm bağları; varlık ve olay ağlarını oluşturuyor, nesneleri etkileşimle başkalaştırıyor   ve kimseleri iletişimle konuşturuyorlar. Bu işaretlerin tercümesi yapılmadığından ve bu delaletlerin tevil edilmediğinden, etrafta mavi rengin türlü tonlarından ve mavi yazının çeşitli büklümlerinden başka bir şey görülmüyormuş. Sanki mavilik, bu belirsiz çoklukları ve anlamsız varlıkları örtmek için örülmüş bir perde imiş. Kadınlar geçim ve seçim iplikleri ile kocalar yiyim ve yönelim iğneleriyle örülen örgülerde, kör gözleriyle bakıyorlar, boş düşünceleriyle dikiyorlarmış. Tane tane “saçma” lar dökülüyor, fır fır “kaçma”lar dönüyormış.

Karı koca olan bu kız ve oğlan, bir şey daha görüyorlarmış ki bu eski gençlik yıllarının rüya gibi aşk ve hasret duygularını silip süpürmüş. Çünkü başka mavinin rengarenk değişik desen ve tonlarında   çeşit çeşit başka cilveli kadınlar ve değişik değişik ışıl ışıl başka kocalar varmış. Ku ve Ru’nun gözleri ve gönülleri, bu yeni güzelik ve taze özellikleri isterken Sultanın Yasası birbirlerine bağlılıkları istiyormuş. Bütün ineklerde artık biliyorlarmış mi bunlar birbirlerinde ayrıldı mı, zaman ve mekan da ayrılacak, inekle dinmeyen bir yaza ve devinmeyen bir kışa dönecekler, uçlar ayrılacak, bağlar kopacak ve kurulu düzen bozulacak.

Derken Sultanın başka bir yasası hükmünü icra etmiş, Ku ve Ru’nun bir çocuğu olmuş.. Karı Ru,   ana sefkat pınarı “CUD” koca Ku da baba şervet ırmağı “SU” olmuş. Bu çocuk, başı ve kuyruğu birbirinin “aynı” bir “balık”mış. Böyle bir balık, yani iki başı ve iki kuyruğu olan ama ne başı ne de kuyruğu olmayan ilginç bir balık için ana ve baba olmak kolay değilmiş. Çünkü bu hem kalem hem levha olmak gibi acib, hem zeka hem hafıza olmak gibi garib bir durummuş. Balığın dinamiği öylesine devingen ve değişkenmiş ki ne yana ve ne yöne gideceği hiç belli değilmiş. Tabi sadece ana CUD ve baba SU değil başka ana ve babalar da varmış. Yinelenen gelenekler, yenilenen değişimleri kovalıyor, sorunlar çözümleri izliyor, çözümler sorunları izliyormuş, böyle gece ve gündüz akışı, yaz ve kış dolanışı devam ediyormuş geçici zaman ve değişici mekan ülkesinde.. Çocukların derdi ana-babalar, ana-babaların çaresi çocuklarmış.. Ama bütün bu dertleri ve çilelerin, belaları ve fitnelerin, imtihan ve müsabakaların, sınavları ve yarışları içinde tabiatın (doğanın) ölüşünü ve tarihin (dönenin) dirilişini böylece mananın ve gayenin dizilişini   görünler çok az sayıda imiş.. Zaten cud’ları ve su’ları   gören birkaç inek hariç, bu “tablo” ineklere ve balıklara gizleniyorlarmış. Böylece ortalıkta karalardaki inekler ve denizlerdeki   balıklar görünüyormuş. Meydan onlarla dolmuş ve taşmış. Mavi ülkesinin sessiz ve sakin bön bön bakan inekleri, bu çok zeki mıcır mıcır kayan balıklardan rahatsız olmuşlar. Elbette balıklarda et deposu ve süt mahzeni öküz ve ineklerden.

Derken balıklardan bir balığın ineklerin ve kendilerinin bu haline içerlediği bir anında , cinleri tepesine toplanan genç bir balığın iki baş yada iki kuyruğunu birbirine deydirdiği bir anda bütün balıkların biriken tüm stres enerjisi öylesine patlamış ki mavi ülke siyah ve beyaz iki renge bürünmüş.. Gayb ülkesi olmuş. Büyük bir dönüşüm başlamış.. öylesine köklü ki, eski değişimleri bu devrimin yanında çok monoton kalıyormuş.. Ana Cud, hoca “DE” baba Su da usta “KA” olmuş. Kızlık ve oğlanlık, karılık ve kocalık, analık ve babalık ortadan kalkmış. D-iş-il-lik ve er-il-lik sona er-miş. Er-iş-miş yani “ER” kişi ve erişmiş kişiler kalmış. Usta Ka ve hoca De, işinin eri kişilermiş. Bu neferlerden Usta Ka, bütün sorun ve soruları taşıyan simsiyah bir gece gibi karanlık, her türlü kavga ve kargaşayı barındıran zifiri karanlık olmuş. Hoca De dahi, bütün cevap ve çözümleri barındıran bembeyaz bir gündüz gibi aydınlık, her türlü barış ve uzlaşmayı içeren apaydın bir ışık olmuş.

Usta Ka gölge olmuş karalamış, hoca De ışık olmuş aydınlatmış.

Böylece balıklar bu siyah ve beyaz renkleri güne, bu günün aydınlık gündüz ve karanlık gecelerini yola çeviriyorlar ve kendilerine bir yön veriyorlarmış. Artık, bilimsel bir tabirle kuantik belirsizlik ve istatistik düzensizlik kalkmış, rölativ belirlilik ve determine düzenlilik doğmuş. Yolların doğrultuları belli olduğundan balıklar artık nereye gideceklerini biliyorlarmış. Artık balıklar bir başlı bir kuyruklu olmuşlar. İki başlılık yada iki kuyrukluluktan kurtuluşlar. Alternatifler belirmiş, özgünlük ortaya çıkmış. seçenekler doğmuş ve özgürlük başlamış. Kimi başıboşluğu seçmiş, kimi düzenliliği. Kimi aykırılığa yönelmiş, kimi uyarlığa. Kimi başkaldırmış, kimi başeğmiş. Hatta inekler bile inekliklerini bırakmışlar, öküzlerini seçer olmuşlar. Elbette öküzler de, ineklerini. Ama hepsinin üstünde “bağlılık” kuralı onları yükümlü ve “bağımlılık” yasası sorumlu kılmayı sürdürmüş. Çünkü evrensel özgürlük ve nedensel olasılık yasasının üstünde güvenilirlik ve güvenlik yasası egemen ve buyurganmış ki bunu inekler ve öküzler bile biliyorlarmış.

Elbet bu ülkede insanlar yokmuş, balıklardan başka inekler ve öküzler varmış. Balıklar Tanrıya inanmıyorlarmış fakat ineklerin ve öküzlerin Tanrıları varmış ve onları   kendilerine benzetiyorlarmış. Kimisi kız-karı-kadın inek gibi tuzlayan uşak Tanrı, Kimisi oğlan-koca-erkek öküz gibi toslayan bir Tanrı. (Yerlerdeki sığır kanlara ve canlılara   ve göklerdeki sağır ateşlere ve güneşlere tapanlara duyrulur.) Onun için böyle çokluk ve çeşitlilik ülkesine insanların girmesi haram, çıkması selammış. Çünkü her şey bu aynada TERSİNE çevrilmiş. (Elbet Yüce Allah, kafirlerin bu gibi kurgu ve uydurmalarından, isnad ve sanılarından münezzehdir. İzafeten ve mecazen bilinen Esmasını elbette inekler gibi bilmeyiz ve Esma-i Hüsnâ’sını onun zaman ve mekan üstü mutlak Kutsal Zatı gibi tesbih ve tebrie ederiz. Hatamızın bağışı için dua ve salat ederiz. Onun kutsal Kitabının hakikatlerini tahrif, hikayelerini tadil etmeyiz. Eşya ve eşhasa HARFİ bakar, esmasıyla ona şirk koşmayız. )

Yukarıdaki hikaye, tamamen hayal ürünü olan bir MASALDIR. Bu öykü, ne hakikatleri anlatan temsili bir model, ne de bir hakikati   öğreten bir açıklama, ne de bilinmezleri gizleyen bir şifre.. Tamamen KURGULAMA ve UYDURMA. Ama incelendiği üzere gerçekleri ve olguları imgeleyen, kavramları ve anlamları kullanan bir anlatıma sahiptir. Kız ve oğlan, karı ve koca, ana ve baba ve nihayet HOCA (hace) ve USTA (üstaz) olma sürecini sıralamıştır. Öğretmen ve öğrenci ilişkilerini işaret eden bir “örnekleme” düşünülmüş ve ayni zamanda, ZAMAN’ın tersi olan NAMAZ gerçeğine delalet eden bir “vurgulama” yapılmıştır o kadar...

Yukarıdaki hikayede üç öğe var, birincisi olgular ve gerçekler, ikincisi oyunlar ve hayaller ve üçüncüsü hikaye edilen olayla gönderme yapılmak istenilen amaçlar ve anlamlar. Bu bir TEMSİLDİR ve temsilin de çok çeşitli türleri, türlerin de pek çok derece ve mertebeleri vardır.

Şimdi insani çalışmalarda, beşeri metinlerde bir hayal görülünce yada anlaşılmadık bir temsil görülünce onu tümüyle masal saymak gerçeklere haksızlıktır. O gerçek ki, bir tanesi bir harman hayali yakar. Hayal kömürleri içinde gerçek elması aramak insanın coşkusudur. Bir hazine içinde bulanan bir avuç değersiz demir cevherlerin değerini düşürmez. İşine gelmeyen bin doğru bulunca içindeki bir yanılışa baktırıp bin yanlışa batıran insanın tutkusudur.
Fakat bu durumun tersine kutsal metin içindeki bir tek yalan ve hayal tüm metni yıkar. Bir ufak yalan koca imanı zedelediği gibi. Fakat hikayelerde asıl olan kıssadan alınacak hisselerdir. Asıl olan o olaydan ve oyundan alınacak ibrettir. Bazen öyle deyimler, misaller, hikayeler varsa, o olay hiç gerçekleşmemiş olsa bile taşıdığı anlam içeriği yüzyıllar boyunca değerini korur. Zaten yaşam süresi, çocukluğun hülya ve oyunuyla başlar ve büyüklerin rüya ve hayalleriyle biter. Hepimiz bu hüsnü aşk, metriks ve zaman gibi hikayeler içindeki hakikatleri kurmakta, öğrenmekte aramaktayız. DÜŞE, Düzelte değiştire, KALKA, araştıra geliştire ilerlemekteyiz.


Bu hikaye anlatımım da ne derece başarılı olunmuştur bilemem ama anlayanlara şunu demek istedim ki, öğretmek, hem bilginlikte özgün ve öncü olmayı isteyen onurlu bir yol olduğu gibi bilgelikte özgür ve örnek olmak gerektiren bir zor meslektir.

Öğrenci için öğretmen, ana ve babadan sonra gelen hem “rab” hem “rabt”tır. Yani ana, baba ve öğretmen; bizleri bilgi ve sevgiyle eğiterek “besleyen” ilk mürebbiler ve ilgi ve acımayla yöneterek “bağlayan” ilk amirlerdir. .. Bu büyükleri öncü tanır, bu ataların dediğini tutarız. Onları örnek alır, onlara benzemeye çalışırız. Hasılı “mevhum rububiyet” imizin ilk içeriğini onlarla doldurur, mevhum beslemenin, bakmanın, eğitmenin ve yönetmenin ana hatları onlardan öğreniriz. Mecazi yaratmanın, yapmanın, kurmanın, kılmanın çekirdeklerini onlardan alırız. Bir kız yada oğlan iken ana ve babamızdan sonra ilk çobanımız öğretmenimizdir. Sonra biz karı ve koca oluruz. Çocuklarımızı yetiştirmeye başlarız. Eğitilen konumundan yöneten konumuna geçeriz. Aslında bir taraftan çocuklarımız eğitirken yani onları yönetirken aynı zaman da toplum tarafından eğitilir ve yönetiliriz. Keza kendi kendimize karşı eğitici durumda iken çocuklarımıza karşı yönetici   konumundayız. Demek öğretmenlik (koca, baba ve ustalık yada karı, ana ve hocalık) eğitimin (terbiye) ve yönetimin (idare) her ikisini de birlikte gerektiren bir meslektir. Yani öğretmen bir taraftan öğrencisini yetiştirirken yani idare ederken, aynı zaman da da kendini geliştirmekte yani terbiye etmektedir. Kız ve oğlan iken hepimiz öğrenci idik ama daha sonra karı ve koca olduk ama az sonra aynı zamanda ana ve baba da olacağız. Ana ve babalıkta meslek ve tecrübemizi ilerleterek evladımıza hoca ve başka evlatlara da usta olacağız. İşte ben hepsine birden ÖĞRETMENLİK diyorum.

Öğretmenlik “Dişil güç” ve “Eril iş” birleşimini gerektiren bir işbirliği ve iş bölümüdür.
Bu, anlamın ara-aç ve amacın yolu-aç haline gelip yardımlaşıp dayanışarak bir arada bulunması, dilin-düşünmesi gibidir.
Bu donanımın açık (1) ve kapalı (0) devreleriyle, yazılımın doğru ve yanlış değerlerinin (0-1) birbirini tamamlayarak programı diagram haline getirmesi gibidir.
Bu yer ananın ve gök babanın beraberliği ile tohumdaki düğümün açılarak ağ haline gelmesi yani ağ-aç olması gibidir. Bu kalemin kader uçları ile levhanın kudret noktaları varlıklar ve olaylar sahifelerinde kimselerin ve nesnelerin yazılması gibididr..
Teşbihleri ve temsilleri, mecazları ve lügazları uzattıkça uzatabiliriz.
Şimdi bu benzetme ve bağdaştırmalar, bu benzetme ve andırmaların, bu yakıştırma ve uyuşturmalar bizim “gerçeği” kurgulamamıza, anlamamıza, betimlememize, indirgememize, açıklamamıza ve yorumlamamıza yol açıyor.
Gök kürelerini ve deniz dalgalarını atom küreleri ve radyal dalgacıklarla izah ediyoruz. Küreleri kürlerle, dalgalar dalgalarla açıklamak zorunda kalıyoruz. İşaretini tercüme ettiğimiz evren, aynı zamanda onun delaletini tevil etmemize de yarıyorsa işin içinden nasıl çıkacağız.
Başka bir anlatımla,   dilin “çevirisi” (tercüme-i zikir) düşüncenin “evirisi” (tevil-fikir ) yapılarak yorumun “tanıması” (tefsir-i tarif),   yerinin “adlaması” (temsil-i isim) edilerek yani tefekekür-ü lisan ve tezekkür-ü kalb birbirinden toz yükü   ve töz taşı borç alıp vererek,   İrade ve idrake bağımlı kalınarak gerçekleştirilebiliyorsa ve böylece biçimler ve tasarımlar, terimler ve tanımlar, adlar ve anlamlar “vakıa”lar   “hikaye” edilebiliyorsa bu şu demektir: “Edebiyat” oluşturarak “hakikat”e yaklaşabiliyoruz. O halde neden hala dini metinleri masal görüyoruz yada hikayeyi küçümsüyoruz. Ya nefsimizi Rab bilir yada Allahı Rabb tanırız. Seçim bize kalmış. Bütün izafetlerin ve nisbetlerin yekunü olan ve kesret dünyamızın kökeni bulunan nefsi LA ederek nefy ve reddetiğimizde, onu hasım ve adüv yaptığımızda bir yan “inşa” edilmiş, İLLA ile de diğer yana “izin” verilmiş olur. Gerisi başka hikayedir. İsteyen dilediği hikayeye itimad edebilir..

**
Aslında hikaye, naklin rivayeti ile aklın dirayeti arasında kalır. Akıl hakikati “açıklamak” düşünceyi, nakıl ise hakkı “anlatmak” için dili kullanır. Dil ve düşünce bize ilim ve irfan verir. Dilin ve düşünce ilim ve irfan verirken ifade ve ibarelerinde geçmiş ve geleceği kullanarak olguları teşbih ile “hikaye” etmesinden, gerçekleri mecaz ile “temsil” etmesinden kurtulamayız. İşarete ederken işin aslını değil “yerin”e geçeni temsil ederiz, delalet ederken görünün yüzünü değil “yorum”u özünü tefsir ederiz. TEŞHİR’i Tercüme ve temsil, BEYAN’ı tevil ve tefsir ALİM sıfatımıza yüklenen sorumluluk. Misal, ne ayn ne da gayr olan şeydir. Fasr, ne teşrih ne de tasrih olan şeydir. Bu yönden HİKAYE dikkat ve özen isteyen ifade ve ibaredir. Yukarıda dört T ile işletilen rc-msl-vl-fsr kökleri ortak bir kavramda birleştirilebilir. Yöntembilim ilkelerine göre tek kavrama tek terim atanması gerektiğinden bu kavramı hem atayamıyorum ve bu terim şimdi atamıyorum. (berzah düşünülebilir. Hatta başında ve sonundaki gizem ba ve he kaldırılırsa ortada R ve Z kalır. Raz ve Zar orta ve ara yerde durur ) Kendi ana dilimiz (Türkçe) dahil kullandığımız, bilim (matematik) din (Arapça) ve dünya (İngilizce) dillerinin “Temsil”lerinden (elbet bu arada istiare ve kinaya, remiz, lügaz gibi daha derin hikaye ve temsiller de dahil) de kurtulamayız. Şimdilik msl kökünden gelen temsil, timsal, temessül ve imtisal kelimeleri yukarıda aradığımız ortak değişken (terim) ve değer (kavram) olarak görünüyor VE… “ALLAH HER MESELİN ÜZERİNDEDİR”

Bu nedenle bütün beyanlar doğrudan “Gerçek”e ulaşma konusunda hepsi dolaylı ve ikincil kalırlar. Dillerin altında düşünce yatar ve onun da “kör” duyulara bağlı tasvir ve tefsirleri ve “boş” ilkelere dayanan izah ve ircaları da bize başka bir katmandır. O zaman iş, sabırla bu katmanları teker teker açmak ve hikayeden aslında başka bir hikaye olan hakikate geçmek gerekiyor. İşte bu yolda hikayeler ve hayaller bize yardımcı oluyorlar.. Ama bunu yaparken tercümenin maddesi olan işareti temsil ettirirken ve tefsir ederken TAHRİF’ den çekinmemiz, tevilin unsuru olan delaleti istidlal ederken ve iktiza ettirirken TADLİL’ den sakınmamız gerekir. Bu hakikatleri HİKAYE ederken irade dışı yapılan hata ve unutmalar dışında, kasıtlı yapılan yalanlar ve gizlemeler, kötü niyetle yapılan çarpıtma ve saptırmalar gibi AHLAKSIZLIK, hem gerçekliğe aykırı ve hem akla karşıdır. İşte bu yüzden geçmiş dinler bozulduğu gibi Kitabımızda Ehli Kitap ismiyle “bilim adamları”na ve aydınlara ağır sorumluluk ve yükümlülükler yüklenmiş, büyük azaplar ve şiddetli yaptırımlar öngörülmüştür. Bu nedenle pek çok insan konuşmaktan kaçınır. Ama bilimi açıklamak ve öğrenmek ve öğretmek özendirilmiştir. Bunun için yöntembilimsel anlatımın, sorumluluk yükleyen kesin tanımlardan sakınmak yolunu seçmesi isabet olmuş gibi görünüyor. Bu aynı zamanda donmuş ve durmuş yargılardan kaçınmak için elverişli tutumdur. Zaten doğrunun gereği ve gerçeğin doğası bunu ister.   

Hikaye’den kaçamadığımız gibi Hayal’den uzaklaşamayız. Gerçeği arayışı bırakmamak ve doğrudan ayrılmamak üzere tahayyülün, tasavvurun, taakkulun çalıştırılması gerekiyor. Akıl oyunları yada bilim kurgu, tamamen akıl ve bilimden ayrılmadan yapılan fantezi ve oyunlardır. Bu kurgu-lama ve kuram-lamalar; konseptlerin geçmiş yada geleceğe götürüldüğü, tehlikesiz denemelerin yapıldığı, gerçekliğin simule edildiği, varlıkların ve olayların kopyalandığı ama gerçek hayatta kullanılan, gündelik hayatta işimize yarayan uygulamaların çıkartıldığı bir alandır. Bunlar sahtedir ama gerçeklikten asla kopuk değildir. Fizik kavramlar, atalet ilkesi, çekim gücü yada izafiyet betimlemesi bile idealize edilmiş deneylere ve benzetmelere dayanırlar. Şimdiye kadar kimse atalet yasasını tanımlayan sürtünmesiz deneyi, Newton’un çekim ipini yada rölativiteyi kanıtlayan yukarıdan düşün asansörü görmemiştir ama bu kuramlar, bu deneylerin teşbihi kuramları ve rakamların temsili kalıbları ortaya konulmaktadır. Bilim adamları birer “kör” imge olan sözlere ve birer “boş” ilke olan sayılara dayanırlar ve anılan istatistik veya determine   “gaybi” yasalara ve “total” genellemelere inanırlar. Bu umumi yasaların ardı ardına yıkılması onların bizim oyunlarımız ama ciddi kurgulamalarımız, yürümek için dayanmaya mecbur olduğumu “üç tekerlek” olduğunu gösterirler.

Kısaca günlük, bilimsel, felsefi ve dini etkinliklerin hepsinde metaforlardan ve hikayelerden yararlanıyoruz. Hakikatleri hikaye ediyoruz. İmkanları hayal ediyoruz. Onları ifade ve ibare ediyoruz. Bu şu demektir; hakikatler “gerçekler” demek, gerçeklere “hakikatler” demek ne gerçekleri ne de hakikatleri değiştirir mi ? değiştirmez, isimlerin değişmesiyle realite değişmez. Şimdi de şuna gelin, Türkçe anlatımla “gerçekleri öykünmek” eskimez türkçe anlatımla “hakikatleri hikaye etmek” değiştirir mi : Değiştirmez. Amma aynı zamanda eriştirmez de.

Günümüzün bilinen gerçek algılayıcılarından bilim adamları, Aristoteles’dan beri yer merkezli , güneş merkezli ve rölativete olmak üzere üç dünya gerçeği ve birbiri içinde üç hikaye inşa ettiler. Ve bu inşa hala bitmiş değil. Demek değişen gerçeğimiz gerçek değilmiş… Belki değişen gerçeği gören bizim değişmeyen zihnimiz gerçek... Belki değişen gerçeklerle birlikte değişen bizim doğrularımız gerçek değil!... Peki gerçek nedir ? Değişen midir yoksa değişmeyen midir ?

Gerçek konusunda daha önce bir şema vermiştim. Gerçekleri hikaye ederken kullandığımız kutbi izafiyetler veya nisbi itibarlar, Hakikate yaklaşmak için yaptığımız fıtri farzlar yada sun’i vaz’lar bize tanıma ve bilme bahşedeler. Ama yaklaşık yüklemler ve olası yargılar ötesinde kesin buyruk ve salt bilgi veremezler. Biz zaman ve mekan üstündeki “ülke”ye, anlam ve amaç ötesindeki “alana” inanç ve çabamızla çıkarız. Bu inanç kimimizde disiplinli bir nazari bir eseme ve yargılama , kimimizde güçlü bir ameli esinleme ve sezinleme ile olur. Ama “gerçek”e ulaşma konusunda umudunu yitirmeyen bir çaba şarttır.. O’nu anlama ve O’na adanma, amaçlama ve O’nu edinme hususunda bir ciddiyet ve metanet lazımdır.. Akıl da Kalb de O’na açılan binlerce kapılar vardır.. Herkesin nasibine göre bu kapıların kilidine göre miftah verilir..
Şimdi biz size gerçekleri açacak kapı gösteremedik ki anahtarını verelim. Ama dedik ki herkese nasibine göre verilir. Bizde size nasibimize düşün örneklerden DYN, DNM VE BLG isimli üç tanesini ekte sunuyoruz.

Ama en yetkini nüha ve lüganın beraber yürümesi, en sağlamı nazar ve niyetin birlikte gitmesidir. Bunun için iman ve amel birbirini tamamlarsa ihlasla halasın yolu açılacaktır. Vaz’ edene uyarsak Va’d edilene erişiriz. Ahd ’imizi bozmazsak Akd’imi açarız.





Lehimize yada aleyhimize olan Husumet ve Haliliyeti seçmek bize kalmış. Dost’una bağlı düşmanına mert her zaman kazanmış. Kazandığını korumak ve arıttığını kurtarmak herkesin hedefidir. Ama bu da geçici çıkarlarını ve kalıcı yararlarını ayıracak gerçeklik bilgisine ve doğruluk tanımasını bağlanmış, bu yol ise sınav ile gizlenmiş ve yarış tuzaklarıyla bezenmiştir. Bu yüzden “zaman her zaman aleyhimize çalışır.” Bizde onu, yoksulluğu, hastalığı, yaşlılığı ve ölüm ile, lehimize çevirmek için çabalarız. İşte unutulmaması gereken ilk şey..    

Burada tamamı düzyazıya çevrilmeyen yaklaşık 17 şema sunulu. Bu yazıyı yazmak için harcadığım iki aydan fazla zamanda yaptığım yaklaşık 170 şemayı düz yazıya çevirseydim yaklaşık iki sene az gelecekti. Zaten düz yazıda ve edebiyatta maharetim yok. İnsanlar yüksek gerçeklerin böyle düşük müsveddelerde anlatılmasına şaşıyorlar. Sırrı şu, ben yöntembilimsel şemaların yüksek hızında uçuyor, fakat düz yazının düşük alanında yürüyorum. Dilim, düşünceme yetişemiyor. Ana hatlarda dolaşırken ayrıntıları göz ardı ediyorum. Başka bir yönden de öğrenmenin kolaylığına yaşıyorum, öğretmenin zorluğuna katlanamıyorum. Tasarımın kanatlarını takıp çıkıyorum fakat biçimin dikkat ve özen isteyen engebelerini atlıyorum. Neticede yalnız, kalıyor, kendim söylüyor kendim dinliyorum.

Ancak bu yazıyla şunu göstermiş olmayı umabilirim ki analitik düzlemin mantıki kullanılışı mümkündür ve bu düşünceye yüksek hız verir ama buna rağmen sağlamlık ve düzgünlük zemininden uzaklaştırmaz. Çünkü kanıtlarını kendinin görmesine ve başkasının denetlemesine imkanı verir.
Yazarken, bir san’atçı gibi, kendimi anlatmayı düşünmedim. Hikmetini görmek için kendimin içerdiği soyut “insan”ı kavramaya çalıştım.


OSMANZİYA 13.06.2023 ÜÇYOL-İZMİR

22 YIL ÖNCEKİ HİKAYEMİ OKUDUNUZ.. UMARIM BÜYÜLÜ DAĞ filminin ikincisini seyrettem birincisin de seyrederim...


IP
Yanıt Yaz Yeni Konu Gönder
Konuyu Yazdır Konuyu Yazdır

Forum Atla
Kapalı Foruma Yeni Konu Gönderme
Kapalı Forumdaki Konulara Cevap Yazma
Kapalı Forumda Cevapları Silme
Kapalı Forumdaki Cevapları Düzenleme
Kapalı Forumda Anket Açma
Kapalı Forumda Anketlerde Oy Kullanma

Bulletin Board Software by Web Wiz Forums version 8.03
Copyright ©2001-2006 Web Wiz Guide
Türkçe Çeviri : Nuri Cengiz
Tasarım & Düzenleme : BeyazSeytan
WebWizTurk